27 Ocak 2012 Cuma

Can Çekişen Sinek



Hava aydınlanıyordu. Yolda kocaman bir sinek gördüm, can çekişiyordu. İçim acıdı. Yere süzülen mavi yeşil arası sıvıya bakarken arkamdan 2 çöpçü geçti. Sarı giyinmişlerdi. Portakal ve sigara külü gibi kokuyorlardı. Yerler ıslaktı. Belki de yağmur bu hale getirmiştir sineği diye düşündüm. Kışın ortasında ölmek üzere olan bir sinek görmek hayra alamet değil olsa gerek. Nihayetinde ölecek diye düşündüm, öyleyse fişi çekilmiş lamba gibi parlaklığı gidecek. Belki sinekler için de cennet & cehennem vardır. İzlanda kadar uzak, denizin ortasında mavi yeşil bir ada... Bir sürü ölü sinek orada buluşmuş, sonsuz hayatlarını bir sürü meyveyi çürüterek geçiriyorlar. Bu düşük bir ihtimal. Çünkü bir tek ben böyle düşünüyorum. Her düşündüğüme inanacak kadar güçlü bir karakterim yok. Sinek öldü... Kımıldamıyor. Çöpçüler geri döndü, sineği arabaya yükleyecekler. Artık kim sapladıysa kocaman sineğe o kılıcı.

19 Ocak 2012 Perşembe

Denizsiz Ülkenin Balıkçısı


http://www.youtube.com/watch?v=eHnP_NNv_3A

Ne çok uzak, ne çok yakın diyarların birinde, küçük bir ülke varmış. O ülkede bir balıkçı yaşarmış. Fakat o ülkenin ne bir denizi, ne de balık tutulabilecek su birikintisi varmış. Kocaman binaların arasında, eski ve tahta bir evde yaşarmış balıkçı. Herkes onu görür ama kimse kim olduğunu bilmezmiş. Her gün sabahın ilk ışıklarında, elinde oltası ile sokağın sonuna kadar yürüyüp gözden kaybolur, akşam güneş battığında ise aynı sokağın başında belirir, evine bir kaç balıkla geri dönermiş. Onu, kirli sakalıyla ve dağınık saçlarıyla, her gün giydiği iddiasız elbiseleriyle görenler deli olduğunu düşünür, her gün nereye gittiğini hiç merak etmezlermiş. Sonra bir gün, balıkçı her gün olduğundan daha erken, henüz çöpçüler gece sokakları temizlemeden kalkmış. Her zamanki oltasını alıp tahtadan kapısını kapatarak evden ayrılmış. Her zaman yürüdüğü sokağı yürümeye başlamış. Yürümüş... daha çok yürümüş... Sonra her zaman olduğu gibi gözden kaybolmuş. Sonra bir daha geri gelmemiş. Evini o günden tam 1 yıl 13 gün sonra yıkmışlar. Sonra hemen yerine büyük bir apartman yapmışlar. En alt katına ise balık yemekleri yapan bir yer açmışlar. Ne o günden sonra, ne de o günden önce balıkçıyı hatırlayan olmamış.

10 Ocak 2012 Salı

Gel Bakalım


Gelmiş işte peşimden, buyursun bakalım...

Pembenin tek sevdiğim tonu kedi burnu tonudur. Bazen, masalların, kedilerin ıslak pembe burunlarından yavaşça dünyamıza süzüldüğünü düşünüyorum. Saçma gibi görünüyor, ama üzerine kafa yorunca pek de mantıksız değil. Göbeğiniz üstünde uyuyan bir kedi varsa ve siz onun nefesini hissedebilirseniz anlarsınız ne demek istediğimi.

Kendi yerini seçti bile. Onun yerinde olsam ben de babaanne örmesi kazağın üstünü seçerdim.

Benim hayatım hiç karmaşık değil. Onun da değil. O yüzden birbirimizin hayatında kötü etkiler yaratmayız diye düşünüyorum. Ama bir 3. sakini kaldırmaz bu ev onu da biliyorum.

Hadi bakalım. hoşgeldin, hoşbulduk...

9 Ocak 2012 Pazartesi

Saksılı Evde Yaşayan Adam

http://www.youtube.com/watch?v=bwhdBfkaJng&feature=related

Pencerede bir saksı var, ev ile sokak arasında bir yerde. Ne evde, ne sokakta. Çiçek yok içinde... Bir sürü yaprak var onun yerine. Nereden geldi, nasıl geldi bilmiyorum. Gerçi evdeki çoğu şeyin hikayesini de bilmiyorum. Çok eşya yok zaten. Yarısını benden önce oturan adam bırakmış gitmiş. Bazen hangi eşyanın benim, hangisinin onun olduğunu bile karıştırıyorum. Çok sıkışırsam eşyaları kokluyorum. Küf kokanlar onunki, küf yerine başka bir şey kokanlar da benimki...

Saksının olduğu pencere evin tek penceresi. Ama çok büyük olduğu için iş görüyor. Zaten topu topu 1 tane oda var. Ama büyük bir oda. Misafirim gelse kalabilir. Kedi falan getirme dedi ev sahibi. Hem kediler sevmez beni pek. Evde kedi olsa bile nereden bilecek ev sahibi. Ses yapmaz, koku yapmaz... Kedim olsa güzel olurdu. Saksı? Ne küf kokuyor, ne başka bir şey... Demek ki ikimize de ait değil. Belki evin ilk sahibi bıraktı gitti. Solmamış, hayret. Demek ki bu solmayan cinsten bir bitki. Hem de kokmuyor... Kediler de kokmaz.

30 Temmuz 2010 Cuma

Etrafında kocaman binalar vardı. Kendisini çok küçük ama minnacık hissediyordu... Hissetmeli miydi onu da bilmiyordu. Markete doğru yöneldi. Ne istediğini bilen adamlar gibi, bisiklet yolunun yanından, çağdaş bir şekilde ilerliyordu. Önemli biri olduğunu hissetti. Önemsiz olduğunu bilen ama önemliymiş gibi davrandığını biliyor ama kendine itiraf edemiyordu. Sadece kulaklarını kapayıp markete gitmek istiyordu. Önemli biri olarka tabii... Yoldan geçen insanları küçümsedi, aynı zamanda kendini yüceltti. İçini kaplamaya başlayan o huzursuzluk duygusunu var olan tüm gücüyle dışarı atmak istiyordu. Önemli biri olmalıydı... Çok önemli ve mühim. Bunu başarabilirse kendisini şanslı sayacaktı. Şans değil de, vadedilmiş bir vaka. Evet, kendisini diğer insanlardan üstün sayıyordu, kılıf üstüne kılıf geçirdiğinin farkındaydı fakat, ötesi olmayan bir düzlemde tek umuduydu bu... Tek isteği markte gitmekti. Yol bitmek bilmedi... İçi acımaya başlıyordu. Pişman olacağını bildiğinden emin olduğu bu yolu kat etmenin acısını önceden kestirmesine rağmen, kendini alıkoyamayarak dışarı atmıştı. Attığı her adımda kalbinin her damarının acıdığını hissediyordu. Önemli bir kişiydi... O kadar önemliydi ki, dünyadaki her sanatseverin takdirini kazanmış olmanın gururunu yaşıyordu. İçi acıyordu. Ama düşünmemeyi tercih etti. Yol bitmişti ve markete girdi...

10 Haziran 2010 Perşembe

Gemide


Ben sessizce otururken o geldi baktı yüzüme. O yaptı diye suç atılacak bir durum yoktu zaten ortada. Olsa hissederdim. Fakat baktıkça da yüzüm ısınıyordu. Nefes kokusu… Kendimi silkeleyemeyecek kadar yorgundum. Ya da yorgunmuş gibi hissediyordum. Kemiklerimi biri çalmış götürmüş gibiydi. Kim ne yapsın benim kemiklerimi? Çok düşünme Hasan dedim. Kişisel gelişim kitabı kriz durumlarında 3 saniye içinde karar vermelisiniz diyor. Ben veremedim. Nefes, nefes… İçim buğulandı. Böylesi daha iyi…Belki, ben hiç konuşmazsam o da susar. Nefese bir yere kadar dayanabilirim fakat bakışları? Ben ne kadar kaçırırsam bakışlarımı o da o kadar bana çeviriyordu. Gözlerden kaçamazsınız. Göze göz, dişe diş. Buğu içimi ağırlaştırıyordu. Alışması zor ama imkansız değil. Denemeye karar verdim. Kemiklerim yerindeymiş meğersem. Ayağa kalktım, vapurlara has sanki deniz suyunun işlediği ucuz ama pahalı tost ve çay aldım. O almadı. Dışarıda yiyeyim dedim, yağmur çayımı ıslatır diye vazgeçtim. Otobüsün kapılarını da kapatmışlar. Islanma ihtimalimin olmadığı bir köşeye sığındım. Gözleri üzerimde olana çay ikram ettim, içmedi. Tostumu veremezdim çünkü karnım açtı. Manzarayı izle bari dedim izlemedi. İzlememekte de haklıydı. Kara kara yağmur bulutları yavaşça yeryüzüne yaklaşmaktaydılar. Her yerde gemiler vardı…

22 Mart 2010 Pazartesi

Yağmur Kadın



Yağmur yağıyordu yağmasına fakat, yağmurun beni ıslatıp ıslatmamak istediği konusunda emin değildim. İnsanlar da güneş gibi sokakları terk ettiği için, kediler ve ayyaşlar, yarım günlük hükümdarlıklarının keyfini çıkarıyorlardı. Nereye gittiğim hakkında fikrim olmadığını kendime kabul ettirmeye çalışsam da, gittiğim yerin neresi olduğunu beynimin bir köşesinde bildiğimi düşünüyorum. Belki de hiçbir zaman ulaşamayacağım o noktaydı beni her gece sokakları kat etmeye iten. Belki de gerçekten de bir amacım yoktu. İnsan nasıl ömrünü tamamlamak için bir yerden bir yere yürürse, ben de kendi miadımı tamamlamak için, diğerlerinin gündüzleri arşınladığı yolları, geceleri gidiyorum.

Tabi o zamanlar nasıl, hangi amaçla, nereye ve ne için gittiğimi sorgulama fırsatım olmamıştı, çünkü bana hiç de yabancı olmayan, yosun, çürük meyve ve sidik kokuları eşliğinde, bacaklarımın beni götürdüğü yolu izliyordum. Yolumun sonuna yaklaştığımı hissettiğim sırada, daha önce hiç duymadığım, yürümekte olduğum sokağa hiç de ait olmadığını düşündüğüm bir ses işittim. Kafamı ayaklarımdan kaldırıp ona diktiğimde ilk dikkatimi çeken, yeni doğmuş ve üşütmüş bebeklere has, pembemsi ve ıslak burnu oldu. Ardından neredeyse beyaza kaçan mavi gözlerini gördüm. Derisinin altında soğuktan ortaya çıkmaya başlayan damarları ona her ne kadar donuk ve ürkünç bir ifade vermesi gerekiyorsa da, içimde, uyku öncesi, annelerin, çocuklarını sıkıntılı zamanlarında telkin ettiği sözlerindeki nefesi ve sıcaklığı hissettim. Hiçbir şey demeden yanına yaklaştım. Zaten bir şey demem gerektiğini, ya da onun, benim bir şey söylememi beklediğini de sanmıyorum.

Beraber yolun daha önce gitmediğim tarafına doğru yürümeye başladık. Fakat bu sefer, ayaklarımı değil, utanarak onu takip ediyordum. Ellerindeydi sürekli gözlerim, fakat o ellerini sürekli montunun cebinde taşıyordu. Ellerini hayal ettim. Uzun parmakları olmalıydı. Belki de, yağan uyuz yağmurum isteksiz damlaları, ellerindeki damarlardan süzülürse daha güzel görünebilirdi gözüme. Fakat o ellerini cebinden çıkarmadan sessizce yürümeye devam ediyordu.

Eğer zaman takılı kalsaydı, onunla sonsuza kadar yürüyebilirim diye düşündüm. Gözlerine bakmaya utanıyordum. Ama yine de, yüzünde, utancımı yenecek kadar kuvvetli bir çekim vardı. Ya kaçamak bakışlarım onu rahatsız ederse? Ya birden dönüp geldiği yere gitmeye karar verirse? Eğer bunu yapacaksa bile şu an yapmamalıydı. O yüzden, doğrudan onun yüzüne bakamadım.

Yürüdükçe birbirimizi tanıyorduk. Sessiz fakat derinden giden duygularımızın esiri olmamalıydım. Çünkü onun durumunu bilmesem de, beni evimde bekleyen bir karım ve çocuklarım vardı. Bu rahatsızlık bile, beni onu yanında hiçbir şey demeden yürümekten alı koyamadı. Zaten, hayattan yapmamı bekledikleri şeyleri yapmaktan alı koyan o kadar çok şey vardı ki…

Kumlar yavaş yavaş, tabanlarımızdan süzülmeye başlamıştı. Deniz, rüzgârın şiddetini arttırmış, yağmuru da bir süreliğine durdurmuştu. Üzerine kazınmış isimler ve gövdesindeki tahtanın eğriliğinden, uzun süredir kullanılmadığı belli olan bir kayığın üstüne oturduk. Rüzgâr, sahilde gezinen hayaletler gibi yüzümüzü okşarken, ellerini cebinden çıkardığını gördüm. Elleri tam da tahmin ettiğim gibi, dokunduğu her şey etkisi altına alabilecek kadar güzel ve inceydi. Sanki az önce kesilen yağmur, onun ellerine vücut bulmuştu.

Uçsuz kumsalda, bulutların kapadığı ay ışığının dahi yeryüzüne ulaşamadığı, karanlık kumsalda, iki ateş böceği gibi sadece birbirimize yetecek kadar ışık yayıyorduk. Denizin dalgaları mı yoksa onun nefesi miydi beynimde sürekli gidip gelen hatırlayamıyorum. Yaşadığım kentte, neden ve ne için olduğunu bilmeden (bilmemiz de gerekmiyor) iki yabancı, çürümeye başlamış bir sandalın üzerinde oturuyorduk. Oturdukça içime pişmanlığın ve mantığın ateşi dolmaya başlamıştı. Çekinerek yüzüne baktım. Gözlerinde tekrar telkin dolu bakışları görmek istedim. Fakat solgun mavi gözleri, bu sefer derin ve hüzünlü bakıyordu. Ağlamıyordu, fakat gözlerindeki rengin her zerresinde kederi görmek mümkündü. Ellerini tutmak, ona her şeyin daha iyi olacağını söylemek istedim. Yapamadım… Belki de neyi yapmam gerektiğini bilemediğim için yerimden bile kımıldayamadım.

Doğa, gecenin sesini kesmişti. Deniz durulmuş, bulutlar gökyüzünü terk etmişti. Başını omzuma yaslamış, onun tatlı nefesiyle huzur bulurken, gözlerini açtı ve daha önce görmediğim bir sevecenlikle gözlerime baktı. Olması gereken buymuş gibi elimi tuttu ve dün gece geldiğimiz yoldan geri döndük.

Onu aldığım yere ulaştığımızda, elimi bırakarak evine girdi. Bana beklememi söylememesine rağmen, geleceğini biliyormuş gibi onu bekledim. Elinde eski bir bavul ile karşıma çıktığında, dün geceki beyaza kaçan gözlerinin renklendiğini, cildinin kanla dolup, yüzündeki damarların kaybolduğunu fark ettim. Gözlerimin içine bakıyor, nereye gidersem, benimle geleceğini söylüyordu. Gecenin sarhoşluğu gitmiş, gündüzün yavan sıkıntısı ruhumu rahatsız etmeye başlamıştı. Aklıma ilk olarak, evimin yanındaki otel geldi. O, benim onu nereye götürdüğümü bilmeyen fakat gideceği yerin onu mutlu edeceğini bilen bir ifadeyle benimle yürümeye başladı.

‘Karım, çoktan uyanmış olmalıydı. Acaba dün nerede olduğum hakkında kafasından neler geçirdi? Yoksa hiç uyumadı mı? Sanmam, o benim gece yürüyüşlerime alışmıştır’ diye düşünürken, otele ulaştık. Ben söylemeden, resepsiyona girerek, odasını tutup, onu bıraktığım yere, otelin merdivenlerinin başına geldi. Ona gülümsemek istedim, fakat içimdeki bulantı buna engel oluyordu. Suratımın şekilsizliğini görmezden gelip, içten olduğundan emin olduğum bir şekilde gülümsedi ve otele geri döndü.

Eve geldiğimde karım çocukları okula göndermiş, camın kenarında denize karşı, Chet Baker’ın mavimsi sesi eşliğinde kahvesini içiyordu. Yanına gidip ona sarıldım. Her zamanki güven veren içtenliğiyle boynumu öptü. Başımı bacaklarına koyarak, şarkının bitmesini bekledim.

Gece, odayı koyu maviye boyamıştı. Karım yanımda, çocuklarım ise odalarında hayatım boyunca bilemeyeceğim rüyalarını görüyorlardı. Acaba o da otelinde şu an rüya görüyor muydu? Peki, o hiç rüya görüyor muydu? Bunu düşünmeye karımın yanından kalktıktan sonra devam etmeye karar verdim. Balkondan otel görünüyordu. Bu sefer, ay ışığı kumsalı olabildiğince büyülü bir şekilde aydınlatıyordu. Çenemi balkonun demirlerine dayayarak denizi izledim. Dün yaşadıklarımı hiç yaşamadığımı düşündüm. Son günlerde yaşadıklarımı düşününce, bu çok da imkânsız gelmiyordu. Bütün bunları düşünmek, hatta en sade anlamıyla düşünmek, beni mutsuz ediyordu. O gece hiçbir şey düşünmemeye çalıştım. Fakat, daha önce de bahsettiğim, beynimin ulaşamadığım noktası buna izin vermedi. Beynim fırtınalar yaratsa da, çenem balkon demirinde, bütün gece boyunca durgun denizle birbirimizi izledik.

Sabah güneşi kapalı olan gözlerimi zor kullanarak açmaya çalıştığı sırada o gece hiç rüya görmediğimi fark ettim. Evdekiler hala uyuyordu. Geceleri hâkimiyeti alan ayaklarım, bu sefer bir istisna göstererek, beni uyuyakaldığım balkondan, otele doğru götürdüler.

Otelin boş avlusunu, ambulansın çirkin ve parlak kırmızı ışığı olduğundan daha çirkin gösteriyordu. Onu kapıdan sedyeyle çıkarırlarken üstünde, cildinden çok da beyaz olmayan bir örtü vardı. Bir eli sedyenin yanından sarmış, sanki hiçbir şey olmamış gibi merdivenleri indikçe sallanıyordu. Parmaklarına, yağmur kadar kırılgan parmaklarına baktım… Gözleri kapalıydı fakat bir ara onları, onun telkin edici bakışlarını gördüğümü sandım. Belki de beynimin ulaşamadığım noktası öyle görmemi istedi. Görevliler bütün tembellikleriyle cesedi (ona hala bu kelimeyi kullandığıma inanmak istemiyorum) ambulansa koydular. Otelin avlusu eski haline, hiç de sıkıntı çekmeden tekrar kavuştu. Giriş kapısında ne kadar olduğunu hiçbir zaman hatırlayamayacağım bir süre bekledim. Sonra karım aklıma geldi… Çoktan uyanmış, çocukları okula göndermiş olmalıydı…