
Yağmur yağıyordu yağmasına fakat, yağmurun beni ıslatıp ıslatmamak istediği konusunda emin değildim. İnsanlar da güneş gibi sokakları terk ettiği için, kediler ve ayyaşlar, yarım günlük hükümdarlıklarının keyfini çıkarıyorlardı. Nereye gittiğim hakkında fikrim olmadığını kendime kabul ettirmeye çalışsam da, gittiğim yerin neresi olduğunu beynimin bir köşesinde bildiğimi düşünüyorum. Belki de hiçbir zaman ulaşamayacağım o noktaydı beni her gece sokakları kat etmeye iten. Belki de gerçekten de bir amacım yoktu. İnsan nasıl ömrünü tamamlamak için bir yerden bir yere yürürse, ben de kendi miadımı tamamlamak için, diğerlerinin gündüzleri arşınladığı yolları, geceleri gidiyorum.
Tabi o zamanlar nasıl, hangi amaçla, nereye ve ne için gittiğimi sorgulama fırsatım olmamıştı, çünkü bana hiç de yabancı olmayan, yosun, çürük meyve ve sidik kokuları eşliğinde, bacaklarımın beni götürdüğü yolu izliyordum. Yolumun sonuna yaklaştığımı hissettiğim sırada, daha önce hiç duymadığım, yürümekte olduğum sokağa hiç de ait olmadığını düşündüğüm bir ses işittim. Kafamı ayaklarımdan kaldırıp ona diktiğimde ilk dikkatimi çeken, yeni doğmuş ve üşütmüş bebeklere has, pembemsi ve ıslak burnu oldu. Ardından neredeyse beyaza kaçan mavi gözlerini gördüm. Derisinin altında soğuktan ortaya çıkmaya başlayan damarları ona her ne kadar donuk ve ürkünç bir ifade vermesi gerekiyorsa da, içimde, uyku öncesi, annelerin, çocuklarını sıkıntılı zamanlarında telkin ettiği sözlerindeki nefesi ve sıcaklığı hissettim. Hiçbir şey demeden yanına yaklaştım. Zaten bir şey demem gerektiğini, ya da onun, benim bir şey söylememi beklediğini de sanmıyorum.
Beraber yolun daha önce gitmediğim tarafına doğru yürümeye başladık. Fakat bu sefer, ayaklarımı değil, utanarak onu takip ediyordum. Ellerindeydi sürekli gözlerim, fakat o ellerini sürekli montunun cebinde taşıyordu. Ellerini hayal ettim. Uzun parmakları olmalıydı. Belki de, yağan uyuz yağmurum isteksiz damlaları, ellerindeki damarlardan süzülürse daha güzel görünebilirdi gözüme. Fakat o ellerini cebinden çıkarmadan sessizce yürümeye devam ediyordu.
Eğer zaman takılı kalsaydı, onunla sonsuza kadar yürüyebilirim diye düşündüm. Gözlerine bakmaya utanıyordum. Ama yine de, yüzünde, utancımı yenecek kadar kuvvetli bir çekim vardı. Ya kaçamak bakışlarım onu rahatsız ederse? Ya birden dönüp geldiği yere gitmeye karar verirse? Eğer bunu yapacaksa bile şu an yapmamalıydı. O yüzden, doğrudan onun yüzüne bakamadım.
Yürüdükçe birbirimizi tanıyorduk. Sessiz fakat derinden giden duygularımızın esiri olmamalıydım. Çünkü onun durumunu bilmesem de, beni evimde bekleyen bir karım ve çocuklarım vardı. Bu rahatsızlık bile, beni onu yanında hiçbir şey demeden yürümekten alı koyamadı. Zaten, hayattan yapmamı bekledikleri şeyleri yapmaktan alı koyan o kadar çok şey vardı ki…
Kumlar yavaş yavaş, tabanlarımızdan süzülmeye başlamıştı. Deniz, rüzgârın şiddetini arttırmış, yağmuru da bir süreliğine durdurmuştu. Üzerine kazınmış isimler ve gövdesindeki tahtanın eğriliğinden, uzun süredir kullanılmadığı belli olan bir kayığın üstüne oturduk. Rüzgâr, sahilde gezinen hayaletler gibi yüzümüzü okşarken, ellerini cebinden çıkardığını gördüm. Elleri tam da tahmin ettiğim gibi, dokunduğu her şey etkisi altına alabilecek kadar güzel ve inceydi. Sanki az önce kesilen yağmur, onun ellerine vücut bulmuştu.
Uçsuz kumsalda, bulutların kapadığı ay ışığının dahi yeryüzüne ulaşamadığı, karanlık kumsalda, iki ateş böceği gibi sadece birbirimize yetecek kadar ışık yayıyorduk. Denizin dalgaları mı yoksa onun nefesi miydi beynimde sürekli gidip gelen hatırlayamıyorum. Yaşadığım kentte, neden ve ne için olduğunu bilmeden (bilmemiz de gerekmiyor) iki yabancı, çürümeye başlamış bir sandalın üzerinde oturuyorduk. Oturdukça içime pişmanlığın ve mantığın ateşi dolmaya başlamıştı. Çekinerek yüzüne baktım. Gözlerinde tekrar telkin dolu bakışları görmek istedim. Fakat solgun mavi gözleri, bu sefer derin ve hüzünlü bakıyordu. Ağlamıyordu, fakat gözlerindeki rengin her zerresinde kederi görmek mümkündü. Ellerini tutmak, ona her şeyin daha iyi olacağını söylemek istedim. Yapamadım… Belki de neyi yapmam gerektiğini bilemediğim için yerimden bile kımıldayamadım.
Doğa, gecenin sesini kesmişti. Deniz durulmuş, bulutlar gökyüzünü terk etmişti. Başını omzuma yaslamış, onun tatlı nefesiyle huzur bulurken, gözlerini açtı ve daha önce görmediğim bir sevecenlikle gözlerime baktı. Olması gereken buymuş gibi elimi tuttu ve dün gece geldiğimiz yoldan geri döndük.
Onu aldığım yere ulaştığımızda, elimi bırakarak evine girdi. Bana beklememi söylememesine rağmen, geleceğini biliyormuş gibi onu bekledim. Elinde eski bir bavul ile karşıma çıktığında, dün geceki beyaza kaçan gözlerinin renklendiğini, cildinin kanla dolup, yüzündeki damarların kaybolduğunu fark ettim. Gözlerimin içine bakıyor, nereye gidersem, benimle geleceğini söylüyordu. Gecenin sarhoşluğu gitmiş, gündüzün yavan sıkıntısı ruhumu rahatsız etmeye başlamıştı. Aklıma ilk olarak, evimin yanındaki otel geldi. O, benim onu nereye götürdüğümü bilmeyen fakat gideceği yerin onu mutlu edeceğini bilen bir ifadeyle benimle yürümeye başladı.
‘Karım, çoktan uyanmış olmalıydı. Acaba dün nerede olduğum hakkında kafasından neler geçirdi? Yoksa hiç uyumadı mı? Sanmam, o benim gece yürüyüşlerime alışmıştır’ diye düşünürken, otele ulaştık. Ben söylemeden, resepsiyona girerek, odasını tutup, onu bıraktığım yere, otelin merdivenlerinin başına geldi. Ona gülümsemek istedim, fakat içimdeki bulantı buna engel oluyordu. Suratımın şekilsizliğini görmezden gelip, içten olduğundan emin olduğum bir şekilde gülümsedi ve otele geri döndü.
Eve geldiğimde karım çocukları okula göndermiş, camın kenarında denize karşı, Chet Baker’ın mavimsi sesi eşliğinde kahvesini içiyordu. Yanına gidip ona sarıldım. Her zamanki güven veren içtenliğiyle boynumu öptü. Başımı bacaklarına koyarak, şarkının bitmesini bekledim.
Gece, odayı koyu maviye boyamıştı. Karım yanımda, çocuklarım ise odalarında hayatım boyunca bilemeyeceğim rüyalarını görüyorlardı. Acaba o da otelinde şu an rüya görüyor muydu? Peki, o hiç rüya görüyor muydu? Bunu düşünmeye karımın yanından kalktıktan sonra devam etmeye karar verdim. Balkondan otel görünüyordu. Bu sefer, ay ışığı kumsalı olabildiğince büyülü bir şekilde aydınlatıyordu. Çenemi balkonun demirlerine dayayarak denizi izledim. Dün yaşadıklarımı hiç yaşamadığımı düşündüm. Son günlerde yaşadıklarımı düşününce, bu çok da imkânsız gelmiyordu. Bütün bunları düşünmek, hatta en sade anlamıyla düşünmek, beni mutsuz ediyordu. O gece hiçbir şey düşünmemeye çalıştım. Fakat, daha önce de bahsettiğim, beynimin ulaşamadığım noktası buna izin vermedi. Beynim fırtınalar yaratsa da, çenem balkon demirinde, bütün gece boyunca durgun denizle birbirimizi izledik.
Sabah güneşi kapalı olan gözlerimi zor kullanarak açmaya çalıştığı sırada o gece hiç rüya görmediğimi fark ettim. Evdekiler hala uyuyordu. Geceleri hâkimiyeti alan ayaklarım, bu sefer bir istisna göstererek, beni uyuyakaldığım balkondan, otele doğru götürdüler.
Otelin boş avlusunu, ambulansın çirkin ve parlak kırmızı ışığı olduğundan daha çirkin gösteriyordu. Onu kapıdan sedyeyle çıkarırlarken üstünde, cildinden çok da beyaz olmayan bir örtü vardı. Bir eli sedyenin yanından sarmış, sanki hiçbir şey olmamış gibi merdivenleri indikçe sallanıyordu. Parmaklarına, yağmur kadar kırılgan parmaklarına baktım… Gözleri kapalıydı fakat bir ara onları, onun telkin edici bakışlarını gördüğümü sandım. Belki de beynimin ulaşamadığım noktası öyle görmemi istedi. Görevliler bütün tembellikleriyle cesedi (ona hala bu kelimeyi kullandığıma inanmak istemiyorum) ambulansa koydular. Otelin avlusu eski haline, hiç de sıkıntı çekmeden tekrar kavuştu. Giriş kapısında ne kadar olduğunu hiçbir zaman hatırlayamayacağım bir süre bekledim. Sonra karım aklıma geldi… Çoktan uyanmış, çocukları okula göndermiş olmalıydı…