Kırmızı zor bir renktir, fakat ona yakışıyordu ve tüm kırmızılığıyla, öylece karşımda duruyordu. Ayrılalı 6 ay olmuştu. Bu süreç içinde gönderdiğim 414 geri dönüşümü olmayan kısa mesaj, binlerce cevapsız arama, onlarca bayılma girişiminden sonra nihayet benimle görüşmeyi kabul etmişti. Bu 6 ay Gökçe’ye huzurlu bir yaşam ve sağlıklı bir beden sunduysa da, bana dayımın yanında taksi şöförlüğü ve leğen gibi bir göbek bırakmıştı. Bundan tam 3,5 sene önce Hisarüstü’nde ilk defa buluştuğumuz çay bahçesini mekan olarak seçerek, ondaki eski duyguları tekrardan yakalamaya çalışmak istesem de, ne sandalye ve masalar ilk buluştuğumuzdaki gibiydi, ne de havada o günkü gibi ılık bir meltem esintisi vardı.
Kaz tüyü şişkin montunu, zayıf görünmek için takside bırakmış ben; soğukta mosmor olmuş burnum, gece mesaisine kaldığım için yıkayamadığım saçlarımla peynir tenekesi gibi oturuyordum Gökçenin karşısında. Huzursuzluğum bununla da sınırlı değildi. İşlerin kesatlığından, cebimde sadece annemin bayram harçlığı olarak tıktığı 10 ytl ve Hanife teyzelere bayram gezmesine gittiğimiz günden kalan çikolatalar vardı. Bu durumda bana kalan tek şey, Gökçe’nin pahalı olan kola ve gazoz türevleri yerine çay ve suya yönelmesi konusunda dua etmekti. İşte böyle sevgili okur; bir zamanlar onun kuğu gibi boynuna öpücükler kondurur, yağmur gibi ellerini sarmalarken, şimdi onun karşısında ucuz sipariş vermesi için dua eden adamdım.
Ben bütün bunlara dalmışken, Gökçe’yle henüz konuşmadığımı fark ettim. O ise dakikalardır kendi başıma, korku ve heyecan arası giderken, tuhaf hareketler yapmamdan ürkmüş olacak ki, kocaman kahverengi gözlerini bana dikmiş, öylece bakıyordu… Ah siz onun bir de gülümsemesini görseniz, göklerin ateşini bir anda kalbime boşaltan gülümsemesini…
Tam kendime gelmiş bütün özlemimi Gökçe’ye haykırmak üzereyken, garsonun ‘barzunuz var mı?’ şeklindeki, sinsice yaklaşımından dolayı irkildim. Birkaç dakika önceki endişelerim tekrar başlamış olarak ki, dayak yemeye hazır çocuk edasıyla ‘bin bir s-s-su alayım’ dedim pısırıkça. İçine düştüğüm durumu anladığından mıdır nedir, Gökçe ‘ben de bir çay rica edeyim’ dedi. Eskiden olsa, ‘senin o rica eden dilini marula sarar öyle yerim’ derdim ama o anda dünyanın en çaresiz bakışlarıyla ona gülümsedim. ‘Buraya böyle karşılıklı oturmak için çağırmadın herhalde’ cümlesini duyunca, içimde aylardır biriktirdiğim özlem ve heyecanın iteklemesiyle, ‘BEN SENİ, ISSIZ ÇÖLLERİN diye coşkuyla başlayıp, nefesimin ayarını tutturamadığımdan, ‘yağmuru bkly mr mfh nm nm’ diye, sönen bir balon gibi başarısızca bitirdim cümlemi. Gökçe bu duruma bir kahkahayla karşılık verince birden umutlandım. Hatta ben de gülerek karşılık verdim. Fakat çok geçmeden kahkahasının acı bir gülümsemeye dönüştüğünü görmekte gecikmedim. O bana acıdıkça benim kalbim acıdı. O bana bir süre öyle baktı ve gözyaşlarımı tutamadım. Sanki yanı başımızdaki deniz kadar ağlıyordum. O ise suskun dudaklarıyla bana acımaya devam ediyordu. Patlıcan moru burnumun yanı sıra, salatalık yeşili sümüklerim ve ağlamaktan yaz domatesine dönen yanaklarımdaki renk farklılıkları beni bir manav dükkanı gibi gösteriyordu. Ve o halimle ona sadece boğuk bir sesle ‘gitme’ diyebildim. Gökçe tam cevap vermeye hazırlanıyordu ki, yanımıza yanaşan mendilci çocuğun, bana dönerek ‘apla mendil verem mi?’ sözleri yaşadığımız dramanın üzerine bir perde indirdi. Tüm yaşadıklarımın hıncını mendilci çocuktan çıkarmak istercesine ‘ abla babandır itoğlu it’ dedikten sonra çocuğu tokatlamam, Gökçe’nin bana olan acıma duygusunu düpedüz nefrete çevirmişti. Çocuğun yavaşça oradan uzaklaşmasını hüzün dolu bakışlarla izleyen Gökçe, bana doğru dönüp hışımla bir şeyler söylemeye çalışırken, orada sus pus kalmam gereken ben, benden beklenmeyen bir fevrilikle elimi masaya vurdum ‘Seni de döverim Gökçe!’ dedim ve ‘ Ya ben? Durduk yere bırakıp gittiğin seni her şeyden çok seven adam giderken onun da böyle arkasından hüzünle baktın mı’’ diye devam ettim. Kendimi kaybetmiştim. Söylemek istediklerimi unutup, tuhaf sesler çıkarmaya başlamıştım ki, Gökçe’nin bana değil, arkamdaki bir şeye baktığını fark ettim. Kafamı çevirdiğimde elinde bir bardak su ve çayla bekleyen garsonu gördüm. Garson, ben ve Gökçe üçlüsü bir süre boyunca hiç kımıldamadan sessizce bekledik. Sonra garson çay ve suyu bırakıp hiçbir şey söylemeden gitti. Bu sessizlik beni tamamen sakinleştirmişti. Fakat bu sakinleşme Gökçe’ye karşı olan duygularımı eskisine çeviremedi. ‘ İçimdeki seni öldürdüm artık ve ben de özgürüm’ dedim. Bu laflarım beni büsbütün üste çıkarmıştı. Gökçe kedi osuruğu kıvamındaki ses tonuyla bir şeyler gevelemeye çalışsa da, sağa sola bakarak onu dinlemediğimi gösterdim.Büyük bir kararlılıkla suyumdan bir yudum alıp, hesabı ödemek için elimi cebime attım. Bir süre kaşım çatık, elim cebimde bekledim. Çünkü cebimdeki tek para olan 10 ytl, Hanife teyzelerden aldığım çikolatalarla bir olmuştu. Bir süre daha hareketsiz bekledikten sonra, ‘ Cüzdanımı takside unutmuşum, gidip getireyim, sen burada bekle’ dedim. Arkamı döndüm ve arabaya doğru yürümeye başladım. İçimde hala keskin bir acı vardı. Hayatta başarısız bir adam olduğumu bilsem de, Gökçe’nin bir hırsız gibi benden gizlice kaçışını asla hakketmemiştim. Sevgililer birbirlerini pencereden sıvışır gibi ve nedensiz terk etmemeliydiler.
Bir daha o çay bahçesine asla dönmedim. Arabaya bindim. Radyoyu açtım, Sezen Aksu, gitme diyordu. Yolda tokatladığım mendilci çocuğu görüp durdum. Cebimdeki çikolatalı 10 ytl yi temizleyip ona verdim. Biraz konuştuk. Mahalleye gidip bakkala 2 bira bir de Winston light yazdırdım. Akşamüstüne yakın, sahil kenarına çektim. Denize karşı bir yudum aldım biramdan. Bir sigara yaktım. Ardından bir tane daha… Gökçe’yi aradım… Yine açmadı…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder