12 Aralık 2008 Cuma

Düğün: En Mutlu Gün

Düğün… Bu kelimeyi duyunca çok çeşitli duygulara kapılırım. Evlenmek kavramıyla alakası yok bu duyguların. Bahsettiğim şey düğünün kendisi. Törenin amacı değil yani, törenin kendisi. Düğün benim için yabancılaşma ve ardından uyum sağlamak amacıyla zoraki halay seferlerine katılmaktan öte bir şeydi. Gizli bir hayranlık da besliyordum düğünlere karşı. Yapılmış saçlar, simler, parlak kunduralar… Hele dandik limonata ve pasta… Yeryüzünün gördüğü en kalitesiz malzemelerinden yapılan bu yiyecekler benim için büyülüydü sanki. Belki de salondaki renk cümbüşüydü beni çeken. Düğün derken, deniz kenarında yapılan, pahalı içkilerin içildiği, gelinin çıplak ayakla çimlerde yürüdüğü, klasik müzik çalınan düğünlerden bahsetmiyorum. Bir kere düğün, düğün salonunda olmalı. Bodrum katta olmalı ve kötü bir havalandırmaya sahip olmalı. Müziği, adı gibi canlı olmalı. Piyanist şantör kafi…

Bu yaklaşımım, kendimi ilk hatırladığım zamanlarda da, kendimi unutmaya başladığım şu yıllarda da hiç değişmedi. Ta ki geçen hafta katıldığım bir düğüne kadar. Bu sefer ilk defa düğünün özneleri önemliydi benim için. Üniversite hayatım boyunca tam 4 senedir beraber olduğum eski kız arkadaşım evleniyordu. Şimdi yaptığım gibi bir şeyler yazmakla meşguldüm kapı çaldığında. Postacı evime pek uğramazdı. Zarfı uzattığında tedirginlikle aldım ve heyecandan adamcağızın suratına kapıyı vurarak hemen açmaya koyuldum. Zevksizce seçilmiş iki melek figürü vardı davetiyenin üstünde. Merakla içini açtığımda okuduğum ismi algılamakta zorlandım ilk başta. Evet, bu oydu, üstelik de sağ tarafa İbrahim Sadri’den bir dörtlük sıkıştırmışlardı. Senelerce üniversitede beraber olduğum, günler boyunca bana Fransız yeni dalga sinemasından, empresyonistlerden, varoluşçu felsefeden bahseden kadın, Fethi matbaacılıktan çıkmış uyduruk davetiyesiyle evlilik yoluna girmişti. İlk başta bunu bir şaka sandım. Sonra onu gelemeyeceğim için aramaya niyetlensem de, bizzat görmek istedim neler olacağını. İlişkimiz kötü bitmiş sayılmazdı. Farklı şehirlere gittiğimiz için arkadaş da kalamadık hatta birbirimizi tamamen unuttuğumuzu düşünüyordum ki birden bu davetiye çıkıverdi. Bu kağıt parçası, beni onunla yaşadığım günlerdeki anılarımın beynime teker teker doluşmaya başlamasını sağlamıştı. Neyse ki düğün günü yakındı, dolayısıyla bu düşüncelerle çok fazla boğuşmak zorunda kalmadım.

Onu görmeyeli iki seneden fazla oluyordu. Düğün yerine giderken hissettiğim tek şey meraktı. Ne halde olduğu, kocası, karşılaşmamız, kafamda, orada yaşayacağım olası sahneler hakkında bin bir türlü senaryolar kuruyordum. Vardığımda, bana senelerce, iç mimari ve tarihi yapılar hakkında fikir beyan eden kadının, evlilik günü için; Harika Düğün Salonu’nu seçmesini şaşkınlıkla karşılamıştım. Merdivenleri inerken bacaklarımda tuhaf bir titreme başlamıştı. Sanki evlenecek olan bendim. Kapıda misafirleri karşılayan aile bireyleri vardı. Sırayla hepsini selamladıktan sonra bir an önce Esra’yı görebilmek için kafamı uzattım. Arkası dönük, upuzun duvağı olan bir gelinlik giymişti. Kilo aldığını fark edince içimde garip bir rahatlama duygusu oluştu. Kafasını bana doğru çevirdiğinde gözlerime inanamadım! Esra bu kadar çirkin değildi! Zaten bu gelin Esra da değildi. Yanlış salona gelmiştim. Gitmem gereken salon, bir kat daha aşağıdaydı.

Bacaklarımdaki titreme yine başlamıştı. Bu sefer doğru yere geldiğimden emindim çünkü kapıdaki çelenkte kocaman harflerle Esra & Sedat yazıyordu. Kapının girişinde Esra’nın anne ve babasını gördüm. Uzun zamandır beni tanırlardı, severlerdi de. Fakat onlara görünmemek için kapının en köşesinden, benden daha iri bir adamın gövdesinin arkasına saklanarak geçtim. Gözlerim Esra’yı aramaya başladı. Salon oldukça kalabalıktı. Ben onları ararken arkamdan bir ses duydum; Hasan?! Kafamı çevirdiğimde üniversitede en yakın arkadaşlarımızdan biri olan Filiz’i gördüm. Geçen seneler, uzunca bir dönem paylaştığımız değerli olan şeylerin hemen hepsini unutturduğu için kuru bir hal hatır sormayla Filiz faslını geçiştirdim. Tanıdık hiç kimseyi görmek istemiyordum. O sırada Esra’nın, kocaman bir u düzeniyle dizilmiş masaların arasında, en köşede, müstakbel kocasıyla bir şeyler konuştuğunu gördüm. Düğün çoktan başlamıştı. Böylesi benim için daha iyiydi çünkü yeni evlilerin, şatafatlı müzik eşliğinde içeri girişlerini görmeyi hiç istemiyordum. Esra son gördüğüm günden beri hiç değişmemişti. Hala zayıftı, siyaha boyattığı saçlarını biraz daha kısa kestirmişti. Yüzündeki çocuksu ifade hala kaybolmamıştı. Gelinliği onu olduğundan kısa gösterse de, güzelliğinden bir şey götürmüyordu. Esra’yı uzun süre incelemekten, damada bakmayı akıl edememiştim. Sedat bey, uzun boylu, beyaz tenli, renkli gözlü, neşesi yüzüne vurmuş pasparlak bir adamdı. Bu manzara karşısında hissettiklerime gelince, durumu kısa sürede kabullenmiştim. Ya da kabullendiğimi sanmıştım. Yanlarına gidip gitmemek arasında tereddüde düşmüşken, o beni çoktan görmüştü. Yanlarına gitmeye karar verdim. Gözlerine bakarak yürüyordum. Yanlarında geldiğimde ağzımdan dökülen ilk sözcükler, ‘hiç değişmemişsin’ oldu. Bu durumdan Sedat bey rahatsız olmuş olacak ki gözlerini hemen bana dikmişti. Bense ona inat gözlerimi Esra’dan ayırmıyordum. Hoş geldin Hasan, bu eşim Sedat diye karşılık verdi Esra. Sonra, Sedat, bu üniversiteden arkadaşım Hasan diye devam etti. ‘Üniversiteden Hasan’ işte duymayı beklediğim söz öbekleri bunlardı. Nasıl olur da, kulağa her türlü şirin gelen kelime kombinasyonlarıyla ürettiği tamlamaları bana uygun gören kadın için üniversiteden Hasan olmuştum. Saman alevi gibi birden parlayıp, pörsümüş balon gibi söndüm. Çünkü şu an, bu durumu yargılamanın ne yeri ne de zamanıydı. Bu düğünü de her zaman büyülendiğim düğünlerden biri olarak görmeli ve geçen zamanın keyfini çıkarmalıydım. Bu kısa diyalogdan sonra, arkalarda bir yere, oturup çevreyi gözlemeye başladım. Düğünler hep aynıydı, değişen tek şey takılan paranın üzerindeki rakamlardı. Hatırladığım ilk düğünün üzerinden 18 yıl geçmesine rağmen kadınlar hala aynı model topuz, kuşyuvası, perma gibi saç şekillerini yaptırıp, aynı model abiye kıyafetlerini simlerle süslüyorlar; erkeklerse çoğunlukla siyah ve kahverengi olmak üzere, yer yer füme renkli aynı takım elbiselerini giyiyorlardı. Masa aralarında, minik takım elbise ve gelinliklerini giymiş vaziyette hazır bulunan ve düğünün başlamasından sonra aralarda ufak çapta terör yaratan çocuklar da hiç değişmemişti. Değişmemesinden en çok keyif aldığım şeyse, limonata ve pastaydı. Tam pasta dağıtımını kaçırıp kaçırmadığımı düşünürken, salon 20th Century Fox’un melodisiyle irkildi. Işıklar kesilmiş, yıllardır değişmeyen 7 katlı kremalı pasta, maytaplar eşliğinde, beyaz gömlekli garsonlar tarafından yavaşça salona getiriliyordu. Esra’nın, eşi Sedat’ın koluna girmiş bir şekilde, bu çok mühim sahneyi hayretler içinde izlemesi beni ondan soğutacağı yerine daha çok hüzünlendirmişti. Aslında beni daha çok hüzünlendiren sahne bu değildi. Bu sahne, 2 senedir içimde biriktirdiğim şeylerin bir anda patlamasına neden olmuştu. Kayınvalideler dahil herkes neşe içinde bu muhteşem manzarayı seyrederken birden ağlamaya başlamam yakın çevremdeki sandalyelerde oturanların dikkatini çekmişti. Hele ki her ağlamamda kaçınılmaz bir gereksinim olan, burnumdan sümük baloncuklarının çıkması sonucunda, çevredekilerin beni kız tarafından bir kadının özürlü oğlu olarak lense etmeleri acıma acı katmıştı. Hıçkırıklarımı tutamayacağımı anladığımda tuvalete doğru hızlı adımlarla ilerledim. Aynaya baktığımda; sümüklü burnum, bozduğum saçlarım ve yaşlı gözlerimle gerçekten de az önceki yorumlara hak vermemek elde değildi. Ağlamama klozette bir süre daha devam ettim. İçeride uzun süre kalmış olmalıyım ki, dışarıdan birisi kapıyı çaldı ve abi, bir şey mi oldu, iyi misin dedi samimi bir ses tonuyla. Burnum dolduğu için, bir şeyim yok iyiyim ben demek isterken, mişeyim yok, miyiyim men dediğimden dolayı kendimden bir süre tiksindim. Onun çıkmasını bekledikten sonra çıktım. Aynada kendimi gördüğümde gerçekten çökmüş bir haldeydim. Yüzümü yıkadıktan sonra kendime gelmek için bir süre bekledim. Bu sırada kendimi motive edici şeyler düşünüp eski halime getirmeye çalıştım. 2 senenin birikimini, uyduruk bir düğün salonunun tuvaletinde ağlayarak çıkarmak iyi gelmişti.

Dışarıya çıktığımda tamamen rahatlamıştım. Bu sayede daha mantıklı düşünebilecektim. En azından ben öyle sanmıştım. Bu sırada takı töreninde kuyruğun son sıralarına gelinmişti. Gelin ve damadın arkasında gardiyan gibi dikilen eltilerin bütün geleni sıkıştırdıkları para ve takı kutusunu izleyen damadın annesinin keyfinden geçilmiyordu. Takı sırası bittikten sonra çiftetelli çalmaya başladı. Sandalyeler birer birer boşalıyordu. Ben de yavaştan neşelenmeye başlamıştım. Düğünlerde en sevdiğim anlardır uzun süren takı kuyruklarından sonra başlayan çiftetelliler. Dayanamadım, ben de sahneye fırladım. Sanki düğünün en tanınan simalarındanmışım gibi hemen ortama ayak uydurmuştum. Ceketimi 40 yıllık roman gibi pantolonuma astım ve o güne kadar hiç görmediğim ve muhtemelen bir daha hiç görmeyeceğim; eltiler, kaynanalar, bacanaklar arasında oynamaya başladım. Neşem iyice yerine gelmişti. Bu arada cep konyağımdan da ufaktan demleniyordum. Çiftetelli bayağı uzun sürdü. Ben de demlenmelerin hızını arttırdığımdan yavaştan mayhoşluğa geçiş yapmıştım. Birden kalabalık arasında gelin ve damadı unuttuğumu anımsadım. Kalabalığı yararak onları bulmaya çalıştım. İkisinin de neşesine diyecek yoktu. Artık ağlamak istemiyordum fakat içimi tuhaf bir intikam duygusu sardı. Cebimden gıcır gıcır bir 100 lük çıkardım ve kalabalığın kabalığı arasında bütün inceliğiyle en güzel figürleri sunan Esra’nın kafasına hafifçene yapıştırıverdim. Aldığı alkolden olsa gerek, neşesi yerinde olan eniştenin ise bu durumdan ötürü bana yavşakça bir tavırla, ‘ooo bize yok mu’ demesinden sonra cebimden çıkan en küçük para birimi olan eskimiş bir 5 ytl’yi eniştemizin kelleşmiş alnına var gücümle yapıştırdım. Elimin ayarı biraz fazla kaçmış olacak ki, ‘çoott’ sesi ve Sedat beyin çığlığı orkestranın sesini bastırınca bir anda büyük bir suskunluk oldu. Hala terlemiş kafasına yapışık 5 ytl ile, ekşimiş suratlı Sedat bey, konyağın da yardımıyla neşemi büsbütün yerine getirmişti ki, etrafıma bakında neşeli olan tek kişinin kendim olduğunu fark ettim. Esra, Sedat’ın yanına eğilmiş kocasının durumunu kontrol ediyordu. Durumun farkına varan damadın dayıları ve eniştesi, gülle gibi kalabalığı yararak yanıma geldiler. Sanki hep birlikte daha önceden sözleşmişler gibi koltuğumun altına girerek beni yüklenmekte olan bir ev eşyası gibi havaya kaldırdılar. Onların homurdanmaları eşliğinde kalabalığı yararak çıkışa doğru yürüyorduk. Bu sırada Esra’nın gözlerine bakmak için ona doğru yöneldiğinde, onun da bana baktığını gördüm. Bu bakışları en son, ondan ayrılmadan kısa süre önce, mezuniyetin ertesinde, Fransa’ya bir seneliğine staja giderken, beni uğurladığı havaalanının çıkış kapısında görmüştüm. Bir şeyler söylemek istiyordu belki de. Ya da bir an önce buradan çıkıp gitmem için bekliyordu. Ben bunları düşünürken kalabalık çoktan Esra ile olan görüşümü kapatmıştı. Beni sokağa fırlattıklarında sarhoşluğum çoktan geçmişti. Bir süre düğün salonunun kaldırımlarında oturduktan sonra, eve doğru yarı kalbi kırık, yarı zedelenmiş bir kalça ile son bir defa düğün salonuna baktım. Işıklarıyla gecenin bir kısmını kırmızıya boyayan Harika Düğün Salonu yazısının sonundaki a harfi yanmıyordu. Başımı çevirip eve doğru yürümeye başladım. Ve bugün, düğün salonunun ismindeki harflerden biri gibi benim de hayatımın harflerinden bir tanesinin ışığının artık yanmadığını fark ettim.

1 yorum:

Adsız dedi ki...

nasıl bir hikaye bu.okurken sanki o anı yaşadım ve beni mahvetti.oysaki bugün ağlamayacaktım ... harika bir yazı.