17 Aralık 2008 Çarşamba

Market Yolunda Dasein Oldum

Saate baktım, marketin kapanmasına 15 dakika vardı. Bilinçsiz bir şekilde, apar topar evden çıktım. Asansörün aynasında kendimden ziyade, yağdan sağ tarafa doğru kireç gibi yapışmış saçlarım ve kirden iyice esmerleşmiş yüzümle, 2. sınıf bir bollywood aktörünü gördüm. Dışarısı, burnumu bir anda kaskatı edecek kadar soğuktu. Bursa’nın, merkezden çok uzakta, upuzun sitelerle çevrilmiş, ne olduğu belirsiz bir semtinde oturuyorduk. Genel bakış, Yugoslavya’nın dağılmasından sonra, savaşlarla beraber boşaltılan sevimsiz balkan yöreleri gibiydi. Havanın soğuk oluşundan mıdır bilinmez, koca muhitte tek bir insan bile göremedim. 20 katlı binaların arasında öylece tek başıma yürümek beni hem ürkütmüş hem de hüzünlendirmişti. Evden çıkarken annemden yürüttüğüm sigarayı yaktım. Bilgisayardan uzak kaldığım nadir anlardan biriydi. Düşünmek istiyordum, fakat soğuk buna engel oluyordu. Zaten markete de gelmiştim. Sigarayı bir inşaatın duvarında ustaca söndürüp, geri kalan kısmı cebime attım.

Markete girer girmez beynimin işlemeye başladığını hissettim. Fakat saate bakıp bilinçsizce evden çıktığım için markete neden geldiğimi unutmuştum. Reyonlarda gezinmeye başladım. 8 yaşındaki kararsız bir çocuk edasıyla çikolata reyonunda çakılı kaldım. Zaten cebimde sadece biraz bozukluk olduğundan çok fazla seçeneğim yoktu. Dolayısıyla başarılı bir karar vermem gerekiyordu. Çikolata reyonunda fazla felsefe yapmaya başladığımı fark edip, orayı terk ettim. Pirinç ve makarna reyonunun yanında, sirke ve şalgam sularını gördüm. Oldum olası midemi gereksiz derecede acı ve ekşiyle doldurmayı sevdiğim için, elim ister istemez yeni piyasaya çıkan, bu yüzden de deneme fiyatı olarak 1 ytl’ye satılan, Çilingir marka şalgam suyuna yöneldi. Hiç düşünmeden ilk seçimimi yaptım. Ardından sade şalgam suyunun midemi bozacağını düşünerek, cips reyonuna yöneldim. Cipsi sadece şalgam suyunu dengelemek için aldığım için önemsemedim. Alelade, en ucuzundan bir ‘Patos’ alıp kasaya yönlendim. 2 lira 25 kuruş olan tutarı ödemek için elimi montumun cebine attım. Cebimdekileri kasiyere uzattığımda, kasiyerim yüzüme baktığını gördüm. Elimde birkaç 25 kuruşun yanı sıra 3 tane kocaman mont düğmesini görünce bu bakışın nedenini anladım. Yolda param var mı diyerekten ceplerimi yokladığımda yaşadığım tatlı tebessüm, mont düğmeleri yüzündenmiş. Düğmeleri tekrardan cebime koyup, geriye kalanları verdiğimde ise, 1 lira 50 kuruşumun olduğunu gördüm. İstemeyerek de olsa cipsi geri koymak zorunda kaldım.

Dışarıya çıktığımda soğuk tekrardan bütün bedenimi sarmıştı. Elimde kocaman market poşeti ve içindeki tek şey olan şalgam suyuyla market kapısının önünde bir süre anlamsızca bekledim. Yarım söndürmek zorunda kaldığım sigaramı tekrar yakmak için elimi cebime götürdüğümde, kasaya parayı vermek üzere elimi cebime attığım sırada sigarayı kırdığımı fark ettim. Yine de hırs yapıp, bebek pipisi büyüklüğündeki sigarayı yakmaya çalıştım, beceremedim. Fakat sigara yakma çabalarım sırasında, her denemem de yüzümün biraz ısındığını fark edip, birkaç kez daha denedim. Bir adım attım ve yeniden duraksadım. Yüzlerce kocaman bina, etrafında hiçbir insan olmaksızın karşımda öylece dikiliyorlardı. O soğuğun altında beynime çakan şimşek birden bütün vücudumu ateş gibi yakmaya başlamıştı!

İçinde ucuz şalgam suyu olan, elimdeki devasa market poşetim, Rajkumar’ınkine benzeyen saçlarım ve pijamasından daha uzun olduğu için paçalardan sarkan iç donumla, bunca binanın arasında, onlardan farksız bir şekilde öylece kımıldamadan duruyordum. Bu varoluşumun şokunu üzerimden atar atmaz, yavaş adımlarla yürümeye başladım. Sahiden ne yapıyordum ben ? Sabah 6’ya kadar internetteki yabancı hatunlara kendimi sinema yönetmeniymiş gibi tanıştırıp, onların beni arzulamalarını sağlıyordum. İşin daha da acı kısmı buna kendim de inanmaya başlamıştım. Şu ana kadar yaptığım tek şey olan, uyduruk bir kısa filmin ardından kendimi bir Emir Kusturica ilan etmiştim. Bütün bunların birden farkına varınca kendi kendime tükürmek istedim. Fakat yapmak istediğim şeyin mantıksız olacağını anlayınca vazgeçtim.

Günler boyunca odadan dışarı çıkmadığımdan olsa gerek, dışarı çıktığım anda beynimin algıları fıskiyeden çıkar gibi dışarı fırlamıştı. Hayatta hiçbir gerçek amacım yoktu. Beynimin savunma mekanizması, beni olmadığım bir karaktere sokmuş, olmak istediğim benmişim gibi hayata devam etmemi sağlıyordu. Ortada beynimi su gibi içen bir bilgisayar vardı. Dokunamadığım kadınlara dokunuyormuş , başaramadığım başarıları başarıyormuşum gibi hissetmemi sağlayan bir canavar. Bir an çok gaza gelmiş olmalıyım ki, ‘eve gidince kırarım ben bunu’ dedim sesli olarak. Sonra ‘neden kırayım ki? İstenilirse çok da faydalı bir şey olabilir bence bilgisayar’ diye düşündüm. Sorunun bilgisayarda değil bende olduğunu anladım.

Apartmanın önüne geldiğimde, yerde öylece birbirini kovalayan 2 poşet gördüm. Hemen aklıma ‘Amerikan Güzeli’ filmi geldi. Filmdeki sahneyi düşünüp, şimdi yaşadığım olayla bir bağlantı kurmak istesem de, o kısmı tam olarak hatırlamadığım için, bir süre rüzgarda uçuşan poşetleri izleyip, hayatımdan bir kesiti, Amerikan Güzeli filmiyle özdeşleştirmenin mutluluğuyla apartmana girdim. Asansöre binince, sesli olarak aynadan kendimle konuşmaya başladım; ‘’Kimsin sen? Ne için varsın ? Hayatta olmanın nedeni ne? ‘’ dedim kendime bakarak. Ardından daha da coşkuyla, ‘’ Yaşlanıyorsun dostum! Ve şu hayatta hiçbir şey yapmadan ölüp gideceksin bu gidişle’’ dedim sitem dolu bakışlarla ve sağ yumruğumu hafifçe aynaya değdirdim. Arkamı döndüğümde alt komşumuz Hanife teyzenin ürkmüş bakışlarıyla karşılaştım. Bir şey demeden kısa bir süre bakıştık. Ardından, yaşadığım coşkuyu bozmamak için, yüzümdeki çatık ifadeyi değiştirmeden hızlıca geçtim yanından.

Eve girer girmez odama geçip şalgam suyumu açtım. Annem kapımı çaldı ve içeri girdi. Bana matbaacının yanında kutu paketleme işi bulduğunu, günlüğünün 20 lira olduğunu, sabah 8 de Murat abiyle işe gidebileceğimi, öğle yemeğinin de olduğunu söyleyip, çalışmak isteyip istemediğimi sordu. Çalışırım dedim. Kapıyı kapattı ve gitti. Bilgisayarın başına oturdum. Alya’ya ‘Sorry honey, that was my producer, we talked about some business :) yazdım…

12 Aralık 2008 Cuma

Düğün: En Mutlu Gün

Düğün… Bu kelimeyi duyunca çok çeşitli duygulara kapılırım. Evlenmek kavramıyla alakası yok bu duyguların. Bahsettiğim şey düğünün kendisi. Törenin amacı değil yani, törenin kendisi. Düğün benim için yabancılaşma ve ardından uyum sağlamak amacıyla zoraki halay seferlerine katılmaktan öte bir şeydi. Gizli bir hayranlık da besliyordum düğünlere karşı. Yapılmış saçlar, simler, parlak kunduralar… Hele dandik limonata ve pasta… Yeryüzünün gördüğü en kalitesiz malzemelerinden yapılan bu yiyecekler benim için büyülüydü sanki. Belki de salondaki renk cümbüşüydü beni çeken. Düğün derken, deniz kenarında yapılan, pahalı içkilerin içildiği, gelinin çıplak ayakla çimlerde yürüdüğü, klasik müzik çalınan düğünlerden bahsetmiyorum. Bir kere düğün, düğün salonunda olmalı. Bodrum katta olmalı ve kötü bir havalandırmaya sahip olmalı. Müziği, adı gibi canlı olmalı. Piyanist şantör kafi…

Bu yaklaşımım, kendimi ilk hatırladığım zamanlarda da, kendimi unutmaya başladığım şu yıllarda da hiç değişmedi. Ta ki geçen hafta katıldığım bir düğüne kadar. Bu sefer ilk defa düğünün özneleri önemliydi benim için. Üniversite hayatım boyunca tam 4 senedir beraber olduğum eski kız arkadaşım evleniyordu. Şimdi yaptığım gibi bir şeyler yazmakla meşguldüm kapı çaldığında. Postacı evime pek uğramazdı. Zarfı uzattığında tedirginlikle aldım ve heyecandan adamcağızın suratına kapıyı vurarak hemen açmaya koyuldum. Zevksizce seçilmiş iki melek figürü vardı davetiyenin üstünde. Merakla içini açtığımda okuduğum ismi algılamakta zorlandım ilk başta. Evet, bu oydu, üstelik de sağ tarafa İbrahim Sadri’den bir dörtlük sıkıştırmışlardı. Senelerce üniversitede beraber olduğum, günler boyunca bana Fransız yeni dalga sinemasından, empresyonistlerden, varoluşçu felsefeden bahseden kadın, Fethi matbaacılıktan çıkmış uyduruk davetiyesiyle evlilik yoluna girmişti. İlk başta bunu bir şaka sandım. Sonra onu gelemeyeceğim için aramaya niyetlensem de, bizzat görmek istedim neler olacağını. İlişkimiz kötü bitmiş sayılmazdı. Farklı şehirlere gittiğimiz için arkadaş da kalamadık hatta birbirimizi tamamen unuttuğumuzu düşünüyordum ki birden bu davetiye çıkıverdi. Bu kağıt parçası, beni onunla yaşadığım günlerdeki anılarımın beynime teker teker doluşmaya başlamasını sağlamıştı. Neyse ki düğün günü yakındı, dolayısıyla bu düşüncelerle çok fazla boğuşmak zorunda kalmadım.

Onu görmeyeli iki seneden fazla oluyordu. Düğün yerine giderken hissettiğim tek şey meraktı. Ne halde olduğu, kocası, karşılaşmamız, kafamda, orada yaşayacağım olası sahneler hakkında bin bir türlü senaryolar kuruyordum. Vardığımda, bana senelerce, iç mimari ve tarihi yapılar hakkında fikir beyan eden kadının, evlilik günü için; Harika Düğün Salonu’nu seçmesini şaşkınlıkla karşılamıştım. Merdivenleri inerken bacaklarımda tuhaf bir titreme başlamıştı. Sanki evlenecek olan bendim. Kapıda misafirleri karşılayan aile bireyleri vardı. Sırayla hepsini selamladıktan sonra bir an önce Esra’yı görebilmek için kafamı uzattım. Arkası dönük, upuzun duvağı olan bir gelinlik giymişti. Kilo aldığını fark edince içimde garip bir rahatlama duygusu oluştu. Kafasını bana doğru çevirdiğinde gözlerime inanamadım! Esra bu kadar çirkin değildi! Zaten bu gelin Esra da değildi. Yanlış salona gelmiştim. Gitmem gereken salon, bir kat daha aşağıdaydı.

Bacaklarımdaki titreme yine başlamıştı. Bu sefer doğru yere geldiğimden emindim çünkü kapıdaki çelenkte kocaman harflerle Esra & Sedat yazıyordu. Kapının girişinde Esra’nın anne ve babasını gördüm. Uzun zamandır beni tanırlardı, severlerdi de. Fakat onlara görünmemek için kapının en köşesinden, benden daha iri bir adamın gövdesinin arkasına saklanarak geçtim. Gözlerim Esra’yı aramaya başladı. Salon oldukça kalabalıktı. Ben onları ararken arkamdan bir ses duydum; Hasan?! Kafamı çevirdiğimde üniversitede en yakın arkadaşlarımızdan biri olan Filiz’i gördüm. Geçen seneler, uzunca bir dönem paylaştığımız değerli olan şeylerin hemen hepsini unutturduğu için kuru bir hal hatır sormayla Filiz faslını geçiştirdim. Tanıdık hiç kimseyi görmek istemiyordum. O sırada Esra’nın, kocaman bir u düzeniyle dizilmiş masaların arasında, en köşede, müstakbel kocasıyla bir şeyler konuştuğunu gördüm. Düğün çoktan başlamıştı. Böylesi benim için daha iyiydi çünkü yeni evlilerin, şatafatlı müzik eşliğinde içeri girişlerini görmeyi hiç istemiyordum. Esra son gördüğüm günden beri hiç değişmemişti. Hala zayıftı, siyaha boyattığı saçlarını biraz daha kısa kestirmişti. Yüzündeki çocuksu ifade hala kaybolmamıştı. Gelinliği onu olduğundan kısa gösterse de, güzelliğinden bir şey götürmüyordu. Esra’yı uzun süre incelemekten, damada bakmayı akıl edememiştim. Sedat bey, uzun boylu, beyaz tenli, renkli gözlü, neşesi yüzüne vurmuş pasparlak bir adamdı. Bu manzara karşısında hissettiklerime gelince, durumu kısa sürede kabullenmiştim. Ya da kabullendiğimi sanmıştım. Yanlarına gidip gitmemek arasında tereddüde düşmüşken, o beni çoktan görmüştü. Yanlarına gitmeye karar verdim. Gözlerine bakarak yürüyordum. Yanlarında geldiğimde ağzımdan dökülen ilk sözcükler, ‘hiç değişmemişsin’ oldu. Bu durumdan Sedat bey rahatsız olmuş olacak ki gözlerini hemen bana dikmişti. Bense ona inat gözlerimi Esra’dan ayırmıyordum. Hoş geldin Hasan, bu eşim Sedat diye karşılık verdi Esra. Sonra, Sedat, bu üniversiteden arkadaşım Hasan diye devam etti. ‘Üniversiteden Hasan’ işte duymayı beklediğim söz öbekleri bunlardı. Nasıl olur da, kulağa her türlü şirin gelen kelime kombinasyonlarıyla ürettiği tamlamaları bana uygun gören kadın için üniversiteden Hasan olmuştum. Saman alevi gibi birden parlayıp, pörsümüş balon gibi söndüm. Çünkü şu an, bu durumu yargılamanın ne yeri ne de zamanıydı. Bu düğünü de her zaman büyülendiğim düğünlerden biri olarak görmeli ve geçen zamanın keyfini çıkarmalıydım. Bu kısa diyalogdan sonra, arkalarda bir yere, oturup çevreyi gözlemeye başladım. Düğünler hep aynıydı, değişen tek şey takılan paranın üzerindeki rakamlardı. Hatırladığım ilk düğünün üzerinden 18 yıl geçmesine rağmen kadınlar hala aynı model topuz, kuşyuvası, perma gibi saç şekillerini yaptırıp, aynı model abiye kıyafetlerini simlerle süslüyorlar; erkeklerse çoğunlukla siyah ve kahverengi olmak üzere, yer yer füme renkli aynı takım elbiselerini giyiyorlardı. Masa aralarında, minik takım elbise ve gelinliklerini giymiş vaziyette hazır bulunan ve düğünün başlamasından sonra aralarda ufak çapta terör yaratan çocuklar da hiç değişmemişti. Değişmemesinden en çok keyif aldığım şeyse, limonata ve pastaydı. Tam pasta dağıtımını kaçırıp kaçırmadığımı düşünürken, salon 20th Century Fox’un melodisiyle irkildi. Işıklar kesilmiş, yıllardır değişmeyen 7 katlı kremalı pasta, maytaplar eşliğinde, beyaz gömlekli garsonlar tarafından yavaşça salona getiriliyordu. Esra’nın, eşi Sedat’ın koluna girmiş bir şekilde, bu çok mühim sahneyi hayretler içinde izlemesi beni ondan soğutacağı yerine daha çok hüzünlendirmişti. Aslında beni daha çok hüzünlendiren sahne bu değildi. Bu sahne, 2 senedir içimde biriktirdiğim şeylerin bir anda patlamasına neden olmuştu. Kayınvalideler dahil herkes neşe içinde bu muhteşem manzarayı seyrederken birden ağlamaya başlamam yakın çevremdeki sandalyelerde oturanların dikkatini çekmişti. Hele ki her ağlamamda kaçınılmaz bir gereksinim olan, burnumdan sümük baloncuklarının çıkması sonucunda, çevredekilerin beni kız tarafından bir kadının özürlü oğlu olarak lense etmeleri acıma acı katmıştı. Hıçkırıklarımı tutamayacağımı anladığımda tuvalete doğru hızlı adımlarla ilerledim. Aynaya baktığımda; sümüklü burnum, bozduğum saçlarım ve yaşlı gözlerimle gerçekten de az önceki yorumlara hak vermemek elde değildi. Ağlamama klozette bir süre daha devam ettim. İçeride uzun süre kalmış olmalıyım ki, dışarıdan birisi kapıyı çaldı ve abi, bir şey mi oldu, iyi misin dedi samimi bir ses tonuyla. Burnum dolduğu için, bir şeyim yok iyiyim ben demek isterken, mişeyim yok, miyiyim men dediğimden dolayı kendimden bir süre tiksindim. Onun çıkmasını bekledikten sonra çıktım. Aynada kendimi gördüğümde gerçekten çökmüş bir haldeydim. Yüzümü yıkadıktan sonra kendime gelmek için bir süre bekledim. Bu sırada kendimi motive edici şeyler düşünüp eski halime getirmeye çalıştım. 2 senenin birikimini, uyduruk bir düğün salonunun tuvaletinde ağlayarak çıkarmak iyi gelmişti.

Dışarıya çıktığımda tamamen rahatlamıştım. Bu sayede daha mantıklı düşünebilecektim. En azından ben öyle sanmıştım. Bu sırada takı töreninde kuyruğun son sıralarına gelinmişti. Gelin ve damadın arkasında gardiyan gibi dikilen eltilerin bütün geleni sıkıştırdıkları para ve takı kutusunu izleyen damadın annesinin keyfinden geçilmiyordu. Takı sırası bittikten sonra çiftetelli çalmaya başladı. Sandalyeler birer birer boşalıyordu. Ben de yavaştan neşelenmeye başlamıştım. Düğünlerde en sevdiğim anlardır uzun süren takı kuyruklarından sonra başlayan çiftetelliler. Dayanamadım, ben de sahneye fırladım. Sanki düğünün en tanınan simalarındanmışım gibi hemen ortama ayak uydurmuştum. Ceketimi 40 yıllık roman gibi pantolonuma astım ve o güne kadar hiç görmediğim ve muhtemelen bir daha hiç görmeyeceğim; eltiler, kaynanalar, bacanaklar arasında oynamaya başladım. Neşem iyice yerine gelmişti. Bu arada cep konyağımdan da ufaktan demleniyordum. Çiftetelli bayağı uzun sürdü. Ben de demlenmelerin hızını arttırdığımdan yavaştan mayhoşluğa geçiş yapmıştım. Birden kalabalık arasında gelin ve damadı unuttuğumu anımsadım. Kalabalığı yararak onları bulmaya çalıştım. İkisinin de neşesine diyecek yoktu. Artık ağlamak istemiyordum fakat içimi tuhaf bir intikam duygusu sardı. Cebimden gıcır gıcır bir 100 lük çıkardım ve kalabalığın kabalığı arasında bütün inceliğiyle en güzel figürleri sunan Esra’nın kafasına hafifçene yapıştırıverdim. Aldığı alkolden olsa gerek, neşesi yerinde olan eniştenin ise bu durumdan ötürü bana yavşakça bir tavırla, ‘ooo bize yok mu’ demesinden sonra cebimden çıkan en küçük para birimi olan eskimiş bir 5 ytl’yi eniştemizin kelleşmiş alnına var gücümle yapıştırdım. Elimin ayarı biraz fazla kaçmış olacak ki, ‘çoott’ sesi ve Sedat beyin çığlığı orkestranın sesini bastırınca bir anda büyük bir suskunluk oldu. Hala terlemiş kafasına yapışık 5 ytl ile, ekşimiş suratlı Sedat bey, konyağın da yardımıyla neşemi büsbütün yerine getirmişti ki, etrafıma bakında neşeli olan tek kişinin kendim olduğunu fark ettim. Esra, Sedat’ın yanına eğilmiş kocasının durumunu kontrol ediyordu. Durumun farkına varan damadın dayıları ve eniştesi, gülle gibi kalabalığı yararak yanıma geldiler. Sanki hep birlikte daha önceden sözleşmişler gibi koltuğumun altına girerek beni yüklenmekte olan bir ev eşyası gibi havaya kaldırdılar. Onların homurdanmaları eşliğinde kalabalığı yararak çıkışa doğru yürüyorduk. Bu sırada Esra’nın gözlerine bakmak için ona doğru yöneldiğinde, onun da bana baktığını gördüm. Bu bakışları en son, ondan ayrılmadan kısa süre önce, mezuniyetin ertesinde, Fransa’ya bir seneliğine staja giderken, beni uğurladığı havaalanının çıkış kapısında görmüştüm. Bir şeyler söylemek istiyordu belki de. Ya da bir an önce buradan çıkıp gitmem için bekliyordu. Ben bunları düşünürken kalabalık çoktan Esra ile olan görüşümü kapatmıştı. Beni sokağa fırlattıklarında sarhoşluğum çoktan geçmişti. Bir süre düğün salonunun kaldırımlarında oturduktan sonra, eve doğru yarı kalbi kırık, yarı zedelenmiş bir kalça ile son bir defa düğün salonuna baktım. Işıklarıyla gecenin bir kısmını kırmızıya boyayan Harika Düğün Salonu yazısının sonundaki a harfi yanmıyordu. Başımı çevirip eve doğru yürümeye başladım. Ve bugün, düğün salonunun ismindeki harflerden biri gibi benim de hayatımın harflerinden bir tanesinin ışığının artık yanmadığını fark ettim.

Gitme











Kırmızı zor bir renktir, fakat ona yakışıyordu ve tüm kırmızılığıyla, öylece karşımda duruyordu. Ayrılalı 6 ay olmuştu. Bu süreç içinde gönderdiğim 414 geri dönüşümü olmayan kısa mesaj, binlerce cevapsız arama, onlarca bayılma girişiminden sonra nihayet benimle görüşmeyi kabul etmişti. Bu 6 ay Gökçe’ye huzurlu bir yaşam ve sağlıklı bir beden sunduysa da, bana dayımın yanında taksi şöförlüğü ve leğen gibi bir göbek bırakmıştı. Bundan tam 3,5 sene önce Hisarüstü’nde ilk defa buluştuğumuz çay bahçesini mekan olarak seçerek, ondaki eski duyguları tekrardan yakalamaya çalışmak istesem de, ne sandalye ve masalar ilk buluştuğumuzdaki gibiydi, ne de havada o günkü gibi ılık bir meltem esintisi vardı.

Kaz tüyü şişkin montunu, zayıf görünmek için takside bırakmış ben; soğukta mosmor olmuş burnum, gece mesaisine kaldığım için yıkayamadığım saçlarımla peynir tenekesi gibi oturuyordum Gökçenin karşısında. Huzursuzluğum bununla da sınırlı değildi. İşlerin kesatlığından, cebimde sadece annemin bayram harçlığı olarak tıktığı 10 ytl ve Hanife teyzelere bayram gezmesine gittiğimiz günden kalan çikolatalar vardı. Bu durumda bana kalan tek şey, Gökçe’nin pahalı olan kola ve gazoz türevleri yerine çay ve suya yönelmesi konusunda dua etmekti. İşte böyle sevgili okur; bir zamanlar onun kuğu gibi boynuna öpücükler kondurur, yağmur gibi ellerini sarmalarken, şimdi onun karşısında ucuz sipariş vermesi için dua eden adamdım.

Ben bütün bunlara dalmışken, Gökçe’yle henüz konuşmadığımı fark ettim. O ise dakikalardır kendi başıma, korku ve heyecan arası giderken, tuhaf hareketler yapmamdan ürkmüş olacak ki, kocaman kahverengi gözlerini bana dikmiş, öylece bakıyordu… Ah siz onun bir de gülümsemesini görseniz, göklerin ateşini bir anda kalbime boşaltan gülümsemesini…

Tam kendime gelmiş bütün özlemimi Gökçe’ye haykırmak üzereyken, garsonun ‘barzunuz var mı?’ şeklindeki, sinsice yaklaşımından dolayı irkildim. Birkaç dakika önceki endişelerim tekrar başlamış olarak ki, dayak yemeye hazır çocuk edasıyla ‘bin bir s-s-su alayım’ dedim pısırıkça. İçine düştüğüm durumu anladığından mıdır nedir, Gökçe ‘ben de bir çay rica edeyim’ dedi. Eskiden olsa, ‘senin o rica eden dilini marula sarar öyle yerim’ derdim ama o anda dünyanın en çaresiz bakışlarıyla ona gülümsedim. ‘Buraya böyle karşılıklı oturmak için çağırmadın herhalde’ cümlesini duyunca, içimde aylardır biriktirdiğim özlem ve heyecanın iteklemesiyle, ‘BEN SENİ, ISSIZ ÇÖLLERİN diye coşkuyla başlayıp, nefesimin ayarını tutturamadığımdan, ‘yağmuru bkly mr mfh nm nm’ diye, sönen bir balon gibi başarısızca bitirdim cümlemi. Gökçe bu duruma bir kahkahayla karşılık verince birden umutlandım. Hatta ben de gülerek karşılık verdim. Fakat çok geçmeden kahkahasının acı bir gülümsemeye dönüştüğünü görmekte gecikmedim. O bana acıdıkça benim kalbim acıdı. O bana bir süre öyle baktı ve gözyaşlarımı tutamadım. Sanki yanı başımızdaki deniz kadar ağlıyordum. O ise suskun dudaklarıyla bana acımaya devam ediyordu. Patlıcan moru burnumun yanı sıra, salatalık yeşili sümüklerim ve ağlamaktan yaz domatesine dönen yanaklarımdaki renk farklılıkları beni bir manav dükkanı gibi gösteriyordu. Ve o halimle ona sadece boğuk bir sesle ‘gitme’ diyebildim. Gökçe tam cevap vermeye hazırlanıyordu ki, yanımıza yanaşan mendilci çocuğun, bana dönerek ‘apla mendil verem mi?’ sözleri yaşadığımız dramanın üzerine bir perde indirdi. Tüm yaşadıklarımın hıncını mendilci çocuktan çıkarmak istercesine ‘ abla babandır itoğlu it’ dedikten sonra çocuğu tokatlamam, Gökçe’nin bana olan acıma duygusunu düpedüz nefrete çevirmişti. Çocuğun yavaşça oradan uzaklaşmasını hüzün dolu bakışlarla izleyen Gökçe, bana doğru dönüp hışımla bir şeyler söylemeye çalışırken, orada sus pus kalmam gereken ben, benden beklenmeyen bir fevrilikle elimi masaya vurdum ‘Seni de döverim Gökçe!’ dedim ve ‘ Ya ben? Durduk yere bırakıp gittiğin seni her şeyden çok seven adam giderken onun da böyle arkasından hüzünle baktın mı’’ diye devam ettim. Kendimi kaybetmiştim. Söylemek istediklerimi unutup, tuhaf sesler çıkarmaya başlamıştım ki, Gökçe’nin bana değil, arkamdaki bir şeye baktığını fark ettim. Kafamı çevirdiğimde elinde bir bardak su ve çayla bekleyen garsonu gördüm. Garson, ben ve Gökçe üçlüsü bir süre boyunca hiç kımıldamadan sessizce bekledik. Sonra garson çay ve suyu bırakıp hiçbir şey söylemeden gitti. Bu sessizlik beni tamamen sakinleştirmişti. Fakat bu sakinleşme Gökçe’ye karşı olan duygularımı eskisine çeviremedi. ‘ İçimdeki seni öldürdüm artık ve ben de özgürüm’ dedim. Bu laflarım beni büsbütün üste çıkarmıştı. Gökçe kedi osuruğu kıvamındaki ses tonuyla bir şeyler gevelemeye çalışsa da, sağa sola bakarak onu dinlemediğimi gösterdim.Büyük bir kararlılıkla suyumdan bir yudum alıp, hesabı ödemek için elimi cebime attım. Bir süre kaşım çatık, elim cebimde bekledim. Çünkü cebimdeki tek para olan 10 ytl, Hanife teyzelerden aldığım çikolatalarla bir olmuştu. Bir süre daha hareketsiz bekledikten sonra, ‘ Cüzdanımı takside unutmuşum, gidip getireyim, sen burada bekle’ dedim. Arkamı döndüm ve arabaya doğru yürümeye başladım. İçimde hala keskin bir acı vardı. Hayatta başarısız bir adam olduğumu bilsem de, Gökçe’nin bir hırsız gibi benden gizlice kaçışını asla hakketmemiştim. Sevgililer birbirlerini pencereden sıvışır gibi ve nedensiz terk etmemeliydiler.

Bir daha o çay bahçesine asla dönmedim. Arabaya bindim. Radyoyu açtım, Sezen Aksu, gitme diyordu. Yolda tokatladığım mendilci çocuğu görüp durdum. Cebimdeki çikolatalı 10 ytl yi temizleyip ona verdim. Biraz konuştuk. Mahalleye gidip bakkala 2 bira bir de Winston light yazdırdım. Akşamüstüne yakın, sahil kenarına çektim. Denize karşı bir yudum aldım biramdan. Bir sigara yaktım. Ardından bir tane daha… Gökçe’yi aradım… Yine açmadı…