5 Haziran 2009 Cuma

25 Nisan 2009 Cumartesi

Mavi Duvarların Emdiği Adam



Soluk mavi duvarları vardı. Gelişigüzel yerleştirilmiş birkaç bank ve kenarları aşınmış kahverengi bir sehpanın etrafındaki 3 eski koltuktan başka oturulacak hiçbir yer yoktu. Gerçi burada oturmaya gerek de yoktu. Bu binanın insanları; içlerinde yer etmiş umutsuzluğun, onları daha da çökerttiği doktor ve hemşireler; ölmekte olan yakınlarının hayata döndürüleceği anı bir yukarı bir aşağı yürüyerek kat eden hasta yakınları ve son çizgi ile yaşam arasındaki kaderlerine boyun eğen yabancılardı. En acı yıkımları, bu kadar sık ve doğal karşılayan deneyimli acil servis çalışanları, nelere gülüp, nelere ağlıyorlardı..? Sona olan yakınlığın onlar üzerinde yarattığı tahribatlar var mıydı? Ya da bu durum onları daha bilinçli ve daha güçlü mü yapmıştı? Bütün bunları düşünürken, gecenin bir yarısı kalp krizi geçiren babamdan gelecek haberi, tek başıma bekliyordum. Senelerdir birbirimizle konuşmadığımız ve onu, 11 yıl sonra ziyarete gelişimin ikinci gününde rahatsızlandığı düşünülürse, her şeyin daha da dramatik olması gerekirdi. Fakat bu konuda hiçbir şey hissetmiyordum. Bu durum beni ürkütse de, yapacak hiçbir şey hissetmiyor olmam, beni orada, soluk duvarlarla bütün olmuş zavallı bir yaratık yapıyordu. Peki ben orada, o burada olsaydı, o da aynısını düşünür müydü?

Oturduğum yerin yanına, bir kısmı paslanmış eski ve gıcırdayan bir sedye yanaştırdılar. Kirli beyaz örtünün ucundan ayakları dışarıya sarkmıştı. O ruhsuz duvarın, sıkıntı yayan mavisine yakın bir mavilikteydi ayakları. Bir canlının kımıldamamasından farklıydı hareketsizliği. Bir canlı ve ölünün hareketsiz kalması arasındaki farkı o zaman anladım. Durağan olmak ve hiç olmamak arasındaki fark gibi.

O anda içimde uzun zamandır yaşamadığım, merak ve ardından harekete geçme duygusunun şiddetle bedenimden dışarıya çıkmak istediğini fark ettim. O kimdi? İlk defa bir ölüye karşı bu kadar yakın ilgi duyuyordum. Bütün bedenini örten çarşafı bir an önce açıp bu merakımı doyurmak istedim. Kalbim uzun zamandır böyle çarpmamıştı. Oturduğum yerden kalkmaya çalıştığımda dizlerimde bir titreme hissettim. Sedyeye tutunarak kalkabildim. Tutunduğum demirin çıkardığı gergin gıcırtı, beni daha da heyecanlandırdı. Ona daha da yaklaşmıştım. Aklımda sadece o örtüyü açmak vardı. Yavaşça elimi, yüzünü örten kirli beyaz örtüye götürdüm. Kalbim yerinden dışarıya fırlayacakmış gibi atıyordu. Birden, ‘’kötü görünüyorum, açma! ‘’ dedi.

Beynimden başlayarak, ayak parmaklarıma kadar korkunç bir titreme sardı. Hastalıklı beynimin bana bir oyun oynadığını düşünmeye başlarken, ‘’açma!’’ diye tekrarladı. Eğer bir yılan konuşma yetisine sahip olsaydı, o ses için kesinlikle bir yılanın sesi derdim. Kendime gelmeyi başardığımda; ‘’ sen bir ölüsün, nasıl göründüğün neden bu kadar önemli’’ dedim. Deliliğin bütün bedenimde yayılışını hissediyordum. Cevap vermesini beklemiyordum fakat birden; ‘’bak, o kirli çarşafın altında hızla çürümekte olan bir beden olduğunu biliyorsun değil mi? ‘’ dedi. Önümde uzanan çarşafın altındaki cesedin yüz kısmına bakarak, ‘’evet’’ dedim. Dehşetim yerini müthiş bir meraka bırakıyordu. ‘’ İşte o çürüyen beden, benim bedenim’’ dedi. ‘’Ve şu anda bedenimi nereye götürürlerse götürsünler, ne yaparlarsa yapsınlar, hiçbir şekilde buna karşı koyamam. Bu ne büyük çaresizliktir anlayabilir misin?’’ diye devam etti. Verecek bir cevap bulamadım. ‘’Fakat sen, benim gibi bir cesetten bile daha çaresizsin ‘’ dedi. İrkilmiştim, sonra bu cümlenin beni sinirlendirdiğini fark ettim. ‘’Çaresizsin, çünkü sen sadece bedeninin değil, ruhunun kontrolünü de çoktan yitirmişsin’’ dedi. Beynimden, bedenime yayılan bu deliliğin yanı sıra; muhtemelen hayatım boyunca hiç karşılaşmadığım, şu sedyede yatan ölü adamın, benim yaşamım hakkında bu derece ciddi ve sert yargılarda bulunması, binbir rahatsız ruh haline sokuyordu beni. Ölü adam; ‘’ şu anda hissettiğin acı, hayatının geri kalanında çekeceğinin yanında bir meltem esintisi kadar hafif kalıyor’’ diye devam etti. Bu son sözler sabrımı taşırmıştı. ‘’Sen… sen nasıl benim hakkımda böyle konuşabilirsin! Sen artık hayatı bile olmayan bir et parçasısın artık. Soğuyorsun ve soğuyarak yok olacaksın. Sen bir hiçsin!’’ dedim, yıllardır biriken sinirimi, ölü bir adamın üzerine kusarak. ‘’ Hayır’’ dedi ölü, ‘’ benim bir yaşamım vardı. Güzel bir karım, yakın dostlarımla bir hayatım vardı. Şimdi sadece bedenimi kaybettim. Dostlarım, karım, bütün yaşantım hala yerinde duruyor. Fakat sen… sen belki de hiçbir zaman var olmadın, hiçlik ise her zaman varolduğunu sandığın senin yanı başında dikiliyordu’’ Bedenim gitgide ağırlaşıyordu. Yavaş yavaş oturduğum yere tekrar çöktüm. ‘’Peki, sen kimsin ölü adam?’’ diye sordum. Cevap gelmedi. Kafamı, diğer taraftan gelen ayak seslerine doğru çevirdim. Doktorlardan biri yanıma yaklaştı; ‘’Ne yazık ki babanızı kaybettik’’ dedi ve kısa bir süre anlamsızca yüzüme baktıktan sonra arkasını dönüp gitti.

Kendimi ağlamak için bir süre zorladım, fakat başaramadım. Ölü adamı düşündüm. Sonra kendimi, ne olduğumu düşünmeye çalıştım. Ben, hiçliğin, karşımda beni bir gölge gibi takip ettiği zavallı bir adamdım.